katre vs. dnz
  Küresel Gıda Krizi
 

2008 KÜRESEL GIDA KRİZİ

GİRİŞ

            İçinde bulunduğumuz son birkaç yılda, insanların temel gıdalarını oluşturan özellikle buğday, mısır, pirinç gibi tahıl içerikli ürünlerin fiyatları ikiye katlandı ve bu artış gün geçtikçe artarak devam etmekte. Bu noktada dikkat çekici husus ise bu söz konusu artışın büyük bir kısmının son birkaç ayda gerçekleşmiş olmasıdır. Özellikle bu fiyat artışlarının etkileri geçimlik gelir düzeyleri çok düşük olan ülkelerdeki ailelerde daha fazla hissedilmektedir. Bu ailelerin dünya nüfusu içindeki payının da fazla olduğu düşünülürse, nasıl bir gıda krizi ile karşı karşıya olduğumuz ve sonuçlarının ne denli büyük eksende gelişeceği daha iyi anlaşılmaktadır. Özellikle açlık ve sefaletin getireceği kaos ve karmaşa ortamı istikrarın zaten pamuk ipliğine bağlı olduğu bir dünyada olası çözümsüz sonuçların doğmasına sebep olacaktır.

            Dünya üzerinde zaman içerisinde birçok büyük veya küçük çaplı gıda krizi yaşanmıştır. Yalnız şu anda içinde bulunduğumuz dönemde karşı karşıya olduğumuz gıda krizinin durumu diğerlerinden bir şekilde ayrılmaktadır. Dünya Politika Enstitüsü adlı sivil toplum örgütünün başkanı, düşünür Lester Brown bu ayrılmayı şu şekilde ifade ediyor, “Dünyanın yüz yüze olduğu kronik yiyecek darlığı, dünyada hem talebi hem de arzı etkileyen birkaç yerleşik eğilimin kümülatif etkisinden kaynaklanıyor.” Yani yaşanan gıda krizinin arkasında artık sadece İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi hava koşullarına bağlı bir neden yatmamaktadır. Bu neden veya nedenler topluluğu farklı birçok unsurun bir araya gelmesinin neticesinde oluşmuştur.


 

NEDENLER

 

            Yaşanan gıda krizinin temel olarak bilinen üç ana nedeni bulunmaktadır. Bu söz konusu nedenlerde kendi içinde ilintili bir yapıya sahiptir.

            Akla ilk gelen ve en önemli olarak nitelendirilebilecek olan neden, önemi son beş yıl içerisinde daha da fazla hissedilmeye başlanan Küresel Isınmadır. Bu neden her ne kadar dışsal yani insanlardan bağımsız doğal bir etkenmiş gibi görünse de, bunun tam aksine insanoğlunun yeryüzüne ve tabiata yaptıklarıyla ilgilidir. Özellikle dünyanın içinde bulunduğu ve hızla ilerleyen sanayileşme süreci ve onun ortaya çıkardığı tahribat küresel ısınmanın ne kadar çok insanların davranışlarıyla ilgili olduğunun kanıtıdır. Mesela, normal şartlar altında dünyanın en büyük ikinci buğday ihracatçısı olan Avustralya şu anda kuraklıkla mücadele eden bir durum içerisindedir.

            İkinci neden dünyanın en büyük ihtiyaçlarından biri olan ve kaynağı son derece kısıtlı bulunan Petrol’dür. 2003 yılında yani Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı işgal ettiği yılda varil başına 25 dolar kadar olan fiyat düzeyi şu anda 115 ile 120 dolar arasında seyretmektedir ve bu fiyat reel anlamda rekor olarak sayılan 1980 değerini geride bırakmıştır. Yani bir varil petrol beş yılda beş katı fiyata ulaşmıştır. OPEC başkanı Muhammed El-Hamli bu fiyat artışının sürebileceğini hatta 200 doları görebileceğini ve petrol arzının yinede artırılmasının uygun olmadığını vurgulamaktadır. Tabi ki dolar kurunun küresel ölçekte değer yitirmiş olması bunun sebeplerinden biridir. Ancak biz bu durumu tarım ve gıda sektörü açısından değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan tablo, petrolün alternatifi olarak gündemde bulunan bioyakıtın tüketiminin tırmanması ve bu tırmanmanın çeşitli sübvansiyonlar ile hala daha destekleniyor olmasıdır. Bunun önemi beslenme için kullanılması gereken tarım ürünlerinin enerji üretim alanlarına kayan bir çizgi izlemesidir. Başta mısır olmak üzere kimi gıda ürünlerinin böyle bir çizgiyi takip etmesi söz konusu kıtlığın zaman içerisinde daha da derinleşebileceğinin işaretçisidir. IMF’in son üç yılı temel olarak yapmış olduğu bir çalışmaya göre dünya üzerindeki mısır talebi yaklaşık olarak ikiye katlanmıştır. Bu şekildeki büyük bir artışın arkasındaki sebep olarak ise Amerika Birleşik Devletleri’nin bu tarım ürününü bioyakıt üretimi için kullanıyor olması görülmektedir. Şu da dikkat çeken çok ilginç bir unsurdur, bioyakıt üretimi için gerekli olan bir galon etanolun mısırdan elde edilmesi esnasında bir galonun içerdiği enerjinin büyük bir kısmının kullanılıyor olmasıdır. 

            Ayrıca tarımsal ürünlerin işlenmesi ve piyasalara aktarılması içinde yine petrol ve ürünleri ile çalışan araçlar kullanılmaktadır. Bu da petrol fiyatının aşırı yüksek olduğu bir ortamda tarım ürünlerinin maliyetini artıran bir başka unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

Üçüncü ve son küresel gıda krizinin tetikleyicisi olan unsur aslında yeni bir durum değildir. Son on yıldan beri varlığına dikkat çekilen, ancak son yıllarda yıpratıcı ve yıkıcı olma özelliğini daha ön plana taşıyan Tekelleşme sorunudur. Özellikle tarımın başlıca girdi temelini oluşturan gübre ve tohum alanındaki tekelleşme oluşumları büyük bir boyuta ulaşmıştır. Bu tekeller sadece az gelişmiş ülkelerdeki tarım sektörü üreticilerini değil aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerdeki ve hatta gelişmiş ülkelerdeki tarım sektörü üreticilerini dahi çok olumsuz olarak etkilemektedir. 

Burada sayılan bu üç temel sebepten başka dile getirilebilecek bir neden de, Çin ve Hindistan gibi büyük nüfusa sahip ülkelerin gelir dağılımındaki dengelerin değişmesine paralel olarak beslenme alışkanlıklarını değiştiriyor olmasıdır. Özellikle dünyanın en fazla pirinç tüketicisi konumunda olan bu iki ülkenin gelir düzeyindeki iyileşmeden dolayı tüketimlerini artırmaları yaşanan pirinç kıtlığının temelini teşkil etmektedir.

 

YAŞANANLAR, UYARILAR ve OLASI ÇÖZÜM YOLLARI

 

Sayılan bu nedenlerin sonucunda yaşanan bu gıda krizi günümüzde artık bazı istenmeyen sonuçlar doğuran protesto gösterilerinin yaşanmasına sebep olmaktadır. Özellikle Afrika ve Asya kıtalarında insanlar açlığa karşı olan tepkilerini artık yüksek sesle dile getirir bir duruma gelmiştir. Birleşmiş Milletler özellikle isyanlara karşı dikkatli olunmasını savunmaktadır. Bu söylemin gerçekleştiği tarihe paralel olarak da Pakistan’da binlerce güvenlik gücü ile tahıl ambarları ve nakliyat kamyonları korumaya alınmış, Haiti’de gıda ürünleri taşıyan bir gemiye yapılan saldırıda ikisi kadın altı kişi öldürülmüştür. Tayland’da insanlar tarlalarındaki ürünleri gece yarıları hasat eden hırsızlara karşı silahlanıp nöbet tutmaya başlamış, Sudan-Darfur mülteci kampında bulunan iki milyon insana yiyecek yardımı götüren kamyonların 56 adeti silahlı kişilerin saldırısı sonucu talan edilmiştir. Buna sayısız örnek eklemek olasıdır. Mesela Endonezya, Etiyopya, Filipinler, Meksika, Moğolistan, Mısır, Moldavya gibi dünyanın dört bir yanındaki çeşitli ülkelerde de sonuçları kanlı veya acı olan birçok olay yaşanmıştır.

Gıda fiyatları, 2008 Mart ayının başından Nisan ayının son çeyreğine kadar olan sürede dünya genelinde yani kürsel eksende ikiye katlanmıştır. Dünya bankasının yapmış olduğu değerlendirmeye göre genel itibariyle gıda fiyatları son üç yıl içerisinde yüzde 83’ten fazla olarak değerlenmiştir. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı’nın verilerine göre dünya gıda fiyatları endeksi 2008 Mart ayı itibariyle fiyatların nazaran daha düşük seyrettiği 2000 yılına göre yüzde 130, fiyat artışlarının daha hareketli olduğu 2004 yılına göre ise yüzde 90 artış arz etmektedir. Bu tabloya ürün bazında bakıldığında da tahıl olarak nitelenen ürünlerin genelinde bir artış olduğu görülmektedir. 2000 yılına göre küresel düzeyde mısır fiyatları 2,5 kat, pirinç fiyatı 3 kat ve buğday fiyatı 3,5 kat artmıştır. 

Zaten dünyanın büyük bir bölümünün yoksulluk içerisinde yaşadığı göz önüne alınırsa ve buna sözü geçen ürünlerin en büyük kısmının bunlar tarafından tüketildiği eklenirse karşılaşılan durumun vahameti daha da anlaşılır olur. Bunun yanı sıra açlık gibi bir durumla yüz yüze gelmek her insanı rahatsız eden bir unsurdur ki, bu vicdan sahibi herkes için geçerlidir.

Ayrıca ülkelerde bu açlık sorunundan dolayı sahip oldukları siyasi ve ekonomik istikrar düzenlerini giderek yitirmektedirler. Örneğin, Malezya’da büyük baskı altında olan fiyatların yükselmesiyle hemen büyük bir pirinç yetiştirme projesini devreye sokarak yıllık bütçenin dışına çıkılmıştır. Endonezya’da ise hükümet yeni oluşan duruma göre, gıda harcamalarını artırabilmek için yıllık bütçesini gözden geçirip düzenlemeye ihtiyaç duymuştur. Kamerun ve Haiti’de çıkan gıda krizi kaynaklı ayaklanmalar, Haiti’de başbakanın görevini bırakmasına ve her iki ülkede ölümle sonuçlanan durumların yaşanmasına sebep olmuştur. Bangladeş’te birçok açlıkla mücadele eden tekstil işçisi polisle karşı karşıya gelip çatışmak zorunda kalmıştır. Görüldüğü üzere sayılan tüm gelişmeler ülkelerin kendi iç dengelerini alt-üst eden gelişmelerdir. 

Eski Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan bu gelişmeler üzerine diğer gelişmekte olan ülkelerinde aynı tehlike ile karşı karşıya kalabileceğini ve bu protestoların sonuçlarının giderek ağırlaşabilecek olduğunu dile getirmektedir.

               Bir başka konuda insanların beslenme tarzlarının giderek sağlıksızlaşmasıdır. Artık dünyanın büyük bir bölümünde insanlar ihtiyaçları kadar gıda tüketimini sağlayamamaktadır. Kişiler günlük gıda ihtiyaçlarını neredeyse yarı yarıya düşürmüş durumdadır. Eskiden rahatlıkla günde üç öğün gıda ihtiyacını tedarik edebilen bir insan, bunu bugün iki öğüne indirmiş ve bu iki öğünde de eskisi kadar gıda tüketimi yapamaz yani beslenme gereksinimlerini karşılayamaz olmuştur. 

Beslenme sorunuyla ilgili olarak bugün acilen 500 milyon dolar gibi bir acil fonun bulunmasına ihtiyaç vardır. Bu para ilk etapta gıda ilk yardım programının uygulanması için gereklidir ki bu program 20 milyon yardıma muhtaç fakir çocuğun beslenmesini de içermektedir.

Bazı ülkeler bu çağrıya derhal cevap vermiştir. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri 200 milyon dolar, Britanya Krallığı ise 59,7 milyon dolar bağışta bulunacaklarını ilan etmiştir. Buna karşın bu rakam yeterli olmamakla beraber etkin bir dağılımda sağlanamamaktadır.

Sokaktaki protestocuların hükümetleri, devletleri, ilgili kurumları acil önlemler almaya çağırdığı bir dönemde uzun dönemli çözümler yavaş, pahalı ve karmaşık görünmektedir. Uzmanlar özellikle kısa vadeli tedbirlerin bir an önce hayata geçirilmesi fikrini savunmaktadır.

Çin ve Hindistan’da orta sınıfın büyümesi ve beslenme tercihlerinin gelişmesi yiyecek talebinin, başta et ve mandıra ürünleri olmak üzere, 2030’da ikiye katlanacağı Dünya Bankası raporlarında vurgulanmaktadır. Dünya Bankası başkanı Robert Zoellick, sürecin bu şekilde işlemesi halinde 100 milyondan fazla insanın ileride daha da derin bir fakirlikle karşı karşıya kalacağının altını çizmektedir. Dünyaya her yıl ortalama olarak 70 milyon yeni bireyin dahil olduğu ve üretim alanlarının giderek kısıtlı hale geldiği gerçeği bu yaklaşımın sadece iyi niyetli bir yaklaşım olduğuna kanıttır. Ayrıca şu anda Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği görevini yürüten Ban Ki-Moon gıda fiyatlarındaki bu yükseliş karşısında durumun çıkmaza sürüklendiğini ve 2015 yılında, bu durumun devamı halinde, yoksullukla mücadele programının yarıda kesileceğini belirtmektedir. 

Gıda kıtlığı ile ortaya çıkması beklenen bir başka durum, kıtlık ile birlikte stokçuluğun tüm dünyada elverişli bir hal alacağıdır. Çok uluslu güçlü şirketlerden tutunda mahalle bakkallarına varıncaya kadar birçok piyasa elemanı da bundan aşırı kar elde edecektir. Doğal olarak bu da piyasaların dengesini olumsuz olarak etkileyecek ve gelir dağılımındaki zaten içler acısı halde bulunan adalet anlayışını tamamen bozacaktır. Sonuç olarak da insanlar arasında bulunan sınıf ayrım noktaları iyice birbirinden uzaklaşıp, uçurumlar daha da büyüyecektir.

Şu an itibariyle içinde bulunulan zorunluluktan dolayı gıda üretiminin gelecekte artırılması taviz verilemez bir şart olarak önümüzde durmaktadır. Ancak bunun gerçekleşmesinin önünde büyük engeller vardır. Bunlar, idare eksikliğinden dolayı tarıma yatırım yapılmaması, gübre kıtlığının çekilmesi, sulama imkanlarının yetersizliği ve ürünlerin piyasalara düzgün şekilde aktarılamamasıdır. Özellikle ürünlerin piyasalara aktarımı esnasında aracılık eden kuruluşlar ya da kişiler fiyatın haddinden fazla artmasına sebep olabilmektedir. Çünkü bunlar genellikle çok büyük çaplı olup, tekelleşmeye doğru giden şirketlerdir. Yani çok güçlüdürler.

Dünya üzerinde henüz tarıma açılmamış alanların derhal devreye sokulması gerekmektedir. Yalnız bunun içinde yine devletlerin sırtına çok ağır yükler binecektir. Şöyle ki, sözü geçen bu kısıtlı alanlar ulaşılması en zor yerlerdir. Altyapı sistemleri ve ulaşım için gerekli yolları şu an itibariyle bulunmamaktadır ve bunların kısa sürelerde derhal sağlanması pek mümkün değildir. Sağlansa bile insanların bu alanlara göç etmeleri ve oralarda yeni yaşam şekilleri oluşturmaları çok zordur. Kişilerin buna ikna edilebilmesi çok zahmetli ve pozitif sonuç vermesi çok riskli bir iştir. İnsanların bu yeni yaşam alanlarına göç etmesinin gerekliliği ise tarım işinin uzun soluklu bir yolculuktan ibaret olmasından kaynaklanmaktadır. 

Eğer ki insanlar bu durumun bir an önce önüne geçmek istiyorlarsa acil bir şekilde tedbirler alma yolunu seçmelidirler. Mesela, gelişmekte olan dünyanın hükümetleri, başta Afrika olmak üzere, gelecekteki bütçelerinin önemli bir bölümünü tarımın desteklenmesi için ayırmalıdırlar. Buğday gibi temel gıdaların hammaddesini oluşturan tarım ürünlerine yeni sübvansiyonların uygulanması zorunludur. Ayrıca bioyakıt üretim ve teşvik kararlarının tekrar gözden geçilmesi gerekmektedir. Büyük ölçüde olan bioyakıt üretiminin devam etmesi durumunda beslenme amaçlı ekilebilir alanların çoğu kısa bir sürede yok olacaktır.

Gerçekleştirilebilecek bir başka tedbir unsuru da yeni enerji kaynaklarının keşfedilmesi ve keşfedilenlerin derhal uygulamaya konmasıdır. Özellikle “yenilebilir” olarak nitelendirilen kimi enerji kaynaklarından derhal istifade edilmeye başlanmalıdır. Bu yenilebilir olarak nitelenen kaynakları tanımlamak gerekirse; bunlar rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi ve jeotermal enerji kaynaklarıdır. Bilindiği üzere bu kaynakların en büyük özelliği doğaya dost olarak işlemeleridir. Ayrıca gerekli yatırımların yapılması durumunda enerji elde ediş oranı yüksektir. Örneğin, Amerika’nın güneybatısındaki çölün ufak bir kısmına kurulacak bir güneş panelleri sistemi ile Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm elektrik ihtiyacının karşılanabileceği hesaplanmaktadır. Bir başka örnek olarak verilebilecek olan unsurda Türkiye Denizli’de bulunan Buharkent adındaki küçük kasabanın ısıtılmasının ve sıcak su ihtiyacının jeotermal kaynaklar kullanılarak gerçekleştiriliyor olmasıdır.

 

 

SONUÇ

 

Dünyada gıda ürünleri konusunda yaşanan kıtlık hiç şüphe yok ki insanoğlunun geleceğinin üzerinde bir ambargo niteliği taşımaktadır. Bunun paralelinde artık dünya üzerinde yaşayan her insanın her şekilde yaptığı tüketime dikkat etmesi gerekmektedir. Bu kişi örneğin batıdaki çok zengin bir iş adamı da olabilir, bir Arap ülkesindeki petrol kralıda. Çünkü bu insanlar artık her lüks arabalarına bindiklerinde dünya yakıtının bir kısmını tüketerek dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir insanın tabağındaki lokmadan çalmaktadırlar. Benzer şekilde, sıradan insanlarında sebep olduğu her küresel ısınmaya katkı sağlayan davranış ya da istemeden de olsa israf ettikleri ürün aynı sonucu doğurmaktadır. 

Bu durumun önüne geçilmesinin tek yolu, yetkililerin veya devletlerin sorumluluğu alıp üstlenmesinden ibaret değildir. Gerekirse her bireyin yaşam tarzını ve sahip olduğu mantık yapısını değiştirmesi şarttır. Tüm insanlık olarak artık farkına varmalıyız ki, o sadece haber sahnelerinde gördüğümüz aç, zayıf düşmüş Afrikalı çocukların bir kısmı artık kapımızın eşiğinde yatmaktadır.

 

KÜÇÜK BİR TÜRKİYE DEĞERLENDİRMESİ

 

Birleşmiş Milletler tarafından yapılan bir açıklamaya göre, düşük-orta gelirli ülkeler sınıfında yer alan Türkiye “Gıda Krizinden Etkilenme Riski Taşıyan Ülkeler” listesinde son sıralarda yer almaktadır. 

Türkiye’nin en az risk taşıyan ülkeler arasında gösterilmesine karşın, özellikle kırsal kesimde yaşayan nüfus, çiftçiler ve gelir düzeyi çok düşük olan kesimler için tehlikenin göreceli olarak daha büyük olduğu dile getiriliyor. Çok gariptir ki, sayılan bu riskli kesimler arasında direkt olarak tarımla uğraşan kesimlerde bulunuyor. Ve yine bir başka gariplikte, Türkiye’nin içinde bulunduğu gelir grubuyla alakalı. Bilindiği üzere düşük-orta gelirli ülkelerin genel itibariyle toplam üretimleri içindeki tarım payı her zaman daha fazladır. Bu durum Türkiye’nin neden son sıradaki az riskli ülkeler arasında olduğuna bir cevap oluşturmasına karşın, tarımla daha fazla uğraşan kesimlerin gıda krizi ile neden yüz yüze olduğu tezatlığını yaratıyor. Sanırım bunun cevabı da açıklamanın geri kalanında yatıyor. Açıklamanın geri kalanında ifade edilen ise özet olarak; Dünyanın artık ürettiğinden fazlasını tüketiyor olmasıdır. Yani artık eldeki stoklar tüketilmektedir. Kanımca, Türkiye’de bu durumun en güzel örneklerinden birini teşkil ediyor. Çünkü en azından tarımda eskisi kadar üretim sağlanmıyor. Hatta bundan beş yıl öncesine kadar net olarak tarım ihracatçısı konumunda olan Türkiye, şu anda net olarak bir tarım ithalatçısı halini almıştır.

2000 yılında buğday üretimi 21 milyon ton iken bu rakam 2007 yılında 17,2 milyon tona düşmüştür. Şekerpancarı üretimi aynı yıllarda 18,8 milyon tondan 12,4 milyon tona gerilemiştir. Kalitesiyle övünmekte olduğumuz tütün üretimi ise 200 bin tondan 80 bin tona gerilemiştir. Tabi ki, bu gerileme içerisinde kuraklık kaynaklı tarımsal rekolte (tarımdan elde edilen bir yıllık ürün miktarı) kaybın etkisi vardır. Ancak bunu sadece bu denli basite indirgemek yanlış bir yaklaşım olacaktır. 1999 yılında IMF’in ve Dünya Bankası’nın Türkiye’ye tarım alanında uygulanmasını “önerdiği” ve dönemin hükümetinin yaşanan kriz ortamından kurtulmanın ancak alınacak borç ile mümkün olduğunu kabul ettiği bazı direktifler bu konuda daha etkin rol oynamaktadır

            Bu durumun tarım ürünü fiyatlarına yansıması ise, son bir yıl baz alınarak Ankara Ticaret Odası’nın her ürün başına ayrı ayrı yapmış olduğu belirlemelere göre, pirinç fiyatı yüzde 141, bulgur fiyatı yüzde 100, yeşil mercimek fiyatı yüzde 100, kırmızı mercimek fiyatı yüzde 133, kuru fasulye fiyatı yüzde 97, barbunya fiyatı yüzde 70, nohut fiyatı yüzde 50 artış şeklinde olmuştur. Ayrıca yine tarım ürünü olan meyve sebzelerde fiyat artışları yüzde 100’ün üzerine çıkmıştır. Örneğin, domates fiyatı yüzde 115, ıspanak ve pırasada yüzde 100, patates ve soğanda yüzde 50 gibi fiyat arışları gerçekleşmiştir.

Enflasyonun göstergesi olarak kabul edilen TÜFE sepeti içindeki değeri yüzde 30 gibi yüksek bir rakamı bulan gıda fiyatlarının Mart 2008 itibariyle yıllık olarak genel değerlendirmesi ise yüzde 13,4 olarak hesaplanmıştır. Mart ayındaki tahmini değerinin TCMB verilerine göre 7,10 ve +/- 2 olacağı düşünülen enflasyon rakamı 9,15’i bulmuştur. Bunun içerisinde de yüzde 3,8 ile en büyük katkıyı gıda fiyatları yapmaktadır. Dünya genelindeki gıda fiyatlarında süregelen artışın 2009 yılının sonuna kadar süreceği varsayımı kabul edildiğinde, yıl sonu değeri yüzde 4 ve +/- 2 aralığı olarak hesaplanan enflasyon rakamının yüzde 8’in altına inilmesinin zor olacağı düşünülmektedir. 

Özetleyecek olursak, her ne kadar Türkiye’nin gıda krizinden etkilenme riski düşük olarak görülse bile, söz konusu krizin dünya konjonktüründeki yansımalarının Türkiye’yi de etkileyeceği kaçınılmaz bir gerçektir. Bu da Türkiye’nin istikrar durumunu etkileyip sonuçların beklentilerden sapmasına sebep olmakta ve piyasalarda oluşması her zaman arzulanan güven ortamının kurulmasına engel olmaktadır.

Ayrıca söz konusu olan gıda ürünlerinin genel kullanım alanlarının orta ve düşük gelir düzeyine sahip insanların mutfakları olduğu düşünülürse bu sürecin onları daha çok etkileyeceği kaçınılamazdır. Bir an önce gerekli tedbirlerin ilgili kurumlar tarafından alınması ve halkın tüketim konusunda bilgilendirilmesi gerekmektedir. Ancak bu durumun üstesinden toplumsal bir hareket ile gelinebilir.

Deniz HİNDİSTAN
 
 
  Bugün 5 ziyaretçi (8 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol